MOLEKÜLER EVRİM İMKANSIZDIR
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak
birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde,
hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı
geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa
Edici’nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur. Kimya profesörü Perry Reeves.
Önceki bölümlerde, fosil kayıtlarının evrim teorisini
nasıl geçersiz kıldığını anlattık. Oysa bunların hiçbirini
anlatmayabilirdik de. Çünkü evrim teorisi, fosiller yoluyla
araştırdığımız “türler arası evrim” iddiasından çok daha önce çökmüştür.
Teoriyi henüz ilk aşamada anlamsız hale getiren ise, yeryüzündeki ilk
canlı yaşamın nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
Evrim, bu soru karşısında, canlılığın tesadüfen meydana
gelen bir hücreyle başladığını iddia eder. Senaryoya göre, bundan dört
milyar yıl kadar önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal
maddeler tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle
karışmış ve ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır. Oysa, cansız maddelerin
biraraya gelerek canlılığı oluşturabilecekleri iddiası, bugüne kadar
hiçbir deney ya da gözlem tarafından doğrulanmamış, bilim dışı bir
iddiadır. Aksine, bütün bulgular, bir canlının ancak yine bir başka
canlıdan türediğini ispatlar. Her canlı hücre, bir başka hücrenin
çoğalmasıyla oluşur. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş
laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri biraraya getirip canlı
bir hücre yapmayı başaramamıştır.
Evrim teorisi ise, insan aklı, bilgisi ve teknolojisi
sonucunda bile elde edilemeyen canlı hücresinin, ilkel dünya
koşullarında rastlantılarla doğduğu iddiasındadır. İlerleyen bölümlerde
bu iddianın neden bilimin ve aklın en temel prensiplerine aykırı
olduğunu inceleyeceğiz.
“Rastlantıların Doğurduğu Hücre” Masalı
Bir canlı hücresinin rastlantılarla oluşabileceğine
inanan bir insan, aşağıda anlatacağımız buna benzer bir hikayeye de
kolaylıkla inanabilir. Bu, bir şehrin hikayesidir. Varsayalım ki bir gün
çorak bir arazide kayaların arasına sıkışmış bir miktar killi toprak,
yağan yağmurlar sonucunda balçık haline gelir. Balçık, güneş açınca
kayaların arasında kuruyup katılaşır ve şekillenir. Daha sonra,
kendisine kalıp görevi gören kayalar bir şekilde ufalanıp dağılırlar ve
ortaya düzgün, biçimli, sağlam bir tuğla çıkar. Bu tuğla senelerce, aynı
doğal şartlarla yanında kendisi gibi başka tuğlaların oluşmasını
bekler. Bu bekleyiş, aynı tuğladan aynı yerde yüzlercesinin,
binlercesinin oluşmasına dek asırlarca sürer. Bu arada büyük bir şans
eseri, önceden oluşan tuğlalarda hiçbir kayıp olmaz. Binlerce sene
fırtınalara, yağmurlara, rüzgarlara, kavurucu güneşe, dondurucu soğuğa
maruz kalan tuğlalar, parçalanmaz, çatlamaz, başka yerlere savrulup
dağılmaz, aynı yerde ve aynı sağlamlıkta diğer tuğlaları beklerler.
Tuğlalar yeterli sayıya
ulaşınca, rüzgar, fırtına, hortum gibi doğal şartların etkisiyle
savrulur ve şans eseri yanyana ve üstüste planlı bir biçimde dizilip bir
bina kurarlar. Bu arada tuğlaları birbirine yapıştıracak çimento, harç
gibi malzemeler de “doğal şartlar”la oluşup kusursuz bir plan içerisinde
tuğlaların arasına girer ve bunları birbirlerine kenetlerler. Bütün bu
işlemler başlarken toprağın altındaki demir filizleri de “doğal
şartlar”la şekillenip toprağın dışına uzanarak tuğlaların oluşturacağı
binanın temelini atarlar. Sonuçta her türlü malzemesi, doğraması,
tesisatıyla eksiksiz bir bina ortaya çıkar.
HÜCREDEKİ KOMPLEKS YAPI
“Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi çapı 20 kilometre olan, Londra veya New york gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımızaeşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir tasarıma sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın en muhteşem teknolojisinin ve insanı hayrete düşürenbir kompleksliğin içinde buluruz…İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu komplekslik bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve şans kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır…” |
Elbetteki bina yalnızca temelden, tuğladan ve harçtan ibaret değildir.
Öyleyse diğer eksikler nasıl tamamlanmıştır? Cevap basittir: Binanın
ihtiyacı olan her türlü malzeme, üzerinde yükseldiği toprakta vardır.
Camlar için gereken silisyum, elektrik kabloları için gereken bakır,
kirişler, kolonlar, çiviler, su boruları vs. için gereken demir,
toprağın altında bol miktarda bulunmaktadır.
Bütün bu malzemelerin şekillenip binanın içine
yerleşmeleri de “doğal şartlar”ın hünerine kalmıştır. Esen rüzgar, yağan
yağmur, biraz fırtına ve yer sarsıntısının da yardımıyla bütün tesisat,
doğrama, aksesuarlar tuğlaların arasında yerli yerine oturur. İşler o
kadar rast gitmiştir ki, tuğlalar, ileride doğal şartlarla cam diye bir
şeyin oluşacağını biliyormuşçasına, gerekli pencere boşluklarını
bırakarak dizilmişlerdir. Hatta ileride yine rastlantılarla meydana
gelecek su, elektrik, kalorifer tesisatlarının içlerinden geçebileceği
boşlukları bırakmayı da unutmamışlardır. Dediğimiz gibi, işler o kadar
rast gitmiştir ki, “rastlantılar” ve “doğal şartlar”, kusursuz bir
tasarım ortaya koymuşlardır.
Eğer bu hikayeye inanabilirseniz, bu kadar açıklamadan sonra, şehirdeki diğer binaların, tesislerin, yapıların, yolların, kaldırımların, altyapı, haberleşme ve ulaşım sistemlerinin nasıl oluştuğunu da siz düşünüp bulabilirsiniz. Hatta konuyla da biraz ilgiliyseniz, şehrin “kanalizasyon sisteminin evrimsel süreci ve mevcut yapılarla uyumu” hakkındaki teorilerinizi açıkladığınız birkaç ciltlik “bilimsel” bir eser bile hazırlayabilirsiniz. Bu üstün çalışmalarınızdan dolayı akademik bir ödüle dahi layık görülebilir, kendinizi insanlık tarihine ışık tutacak bir deha olarak görebilirsiniz.
Eğer bu hikayeye inanabilirseniz, bu kadar açıklamadan sonra, şehirdeki diğer binaların, tesislerin, yapıların, yolların, kaldırımların, altyapı, haberleşme ve ulaşım sistemlerinin nasıl oluştuğunu da siz düşünüp bulabilirsiniz. Hatta konuyla da biraz ilgiliyseniz, şehrin “kanalizasyon sisteminin evrimsel süreci ve mevcut yapılarla uyumu” hakkındaki teorilerinizi açıkladığınız birkaç ciltlik “bilimsel” bir eser bile hazırlayabilirsiniz. Bu üstün çalışmalarınızdan dolayı akademik bir ödüle dahi layık görülebilir, kendinizi insanlık tarihine ışık tutacak bir deha olarak görebilirsiniz.
Canlılığın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim
teorisi, işte tam böyle bir teoridir. Çünkü tek başına bir hücre, bütün
çalışma sistemleri, haberleşmesi, ulaşımı ve yönetimiyle bu büyük
şehirle benzer bir kompleksliğe sahiptir.
Hücredeki Mucize ve Evrim Teorisinin Sonu
Darwin zamanında canlı hücresinin kompleks yapısı
bilinmiyordu. Bu nedenle dönemin evrimcileri, canlılığın nasıl ortaya
çıktığı sorusuna “rastlantılar ve doğal olaylar ” cevabını vermenin çok
ikna edici olduğunu sanmışlardı. Oysa canlılığın en küçük detayına kadar
inen 20. yüzyıl teknolojisi, hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en
kompleks sistem olduğunu ortaya çıkardı. Bugün hücrenin içinde; enerjiyi
üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten
fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı
bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine ham maddeleri ve
ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan
gelen ham maddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş
laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına
gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış
hücre zarı proteinleri olduğunu biliyoruz. Bu saydıklarımız hücredeki
kompleks yapının yalnızca bir bölümünü oluşturur.
Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, “canlı
hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun
şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinalardan çok daha
komplekstir” diye yazar. W. R. Bird, The Origin of Species Revisited.,
Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, ss. 298-99.
Hücre o kadar komplekstir ki, bugün insanoğlunun
ulaştığı yüksek teknoloji hala bir hücre üretememektedir. Yapay hücre
oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Öyle ki bugün, hücrenin üretilmesi hedefi bir yana bırakılmıştır ve
artık bu yönde çalışma yapılmamaktadır. Evrim teorisi ise, insanoğlunun
tüm bilgi ve teknoloji birikimi ile yapmayı başaramadığı bu sistemin,
ilkel dünyada “tesadüfen” oluştuğunu öne sürer. Bu, bir örnek vermek
gerekirse, basım evindeki bir patlamayla, şans eseri bir ansiklopedinin
basılıvermiş olmasından çok daha düşük bir ihtimale sahiptir.
Buna benzer bir başka benzetmeyi İngiliz matematikçi ve
astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981′de Nature dergisine verdiği bir
demecinde yapmıştır. Kendisi de bir materyalist olmasına rağmen Hoyle,
tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda
yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir
Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtir.
“Hoyle on Evolution”, Nature, Cilt 294, 12 Kasım 1981, s. 105. Yani,
hücrenin tesadüfen oluşması mümkün değildir ve mutlaka “yaratılmış”
olması gerekir.
Evrim teorisinin hücrenin nasıl var olduğu sorusunu
açıklayamamasının en temel nedenlerinden biri, hücredeki “indirgenemez
komplekslik” özelliğidir. Bir canlı hücresi, çok sayıda küçük organelin
uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa, hücre
yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi
bilinçsiz mekanizmaların, kendisini geliştirmesini bekleme gibi bir
şansı yoktur. Dolayısıyla yeryüzünde oluşan ilk hücrenin, yaşam için
gerekli tüm organel ve fonksiyonlara sahip, eksiksiz bir hücre olması
gerekmektedir. Bu, elbette söz konusu hücrenin yaratılmış olması
demektir.
EVRİMCİLERDEN İTİRAFLAR
Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya geldiler. Moleküler evrim teorisinin en önemli ismi sayılan Rus evrimci Alexander I. Oparin, 1936′da yayınladığı Yaşamın Kökeni adlı kitabında şöyle diyordu: Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.1
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?3 1. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork: Dover Publications, 1953 (Reprint), p.196. 2. Klaus Dose, “The Origin of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, Vol 13, No. 4, 1988, p. 348 3. Jeffrey Bada, Earth, February 1998, p. 40 |
PROTEİNLER TESADÜFE MEYDAN OKUYOR
Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım, çünkü evrim
teorisi, hücrenin alt parçacıkları karşısında bile çaresizdir. Hücreyi
oluşturan yüzlerce çeşit karmaşık protein molekülünden bir tanesinin
bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, “amino asit” adı verilen daha küçük
moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla
dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı
hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino
asitten oluşan proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de
vardır.
Önemli olan nokta şudur: Proteinlerin yapılarındaki tek
bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire
fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül
yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam
gereken sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne
süren evrim teorisi ise, bu düzenlilik karşısında çaresizdir. Çünkü söz
konusu düzenlilik, asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar
olağanüstüdür. (Kaldı ki teori henüz amino asitlerin ‘tesadüfen
oluştukları’ iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama
getirememektedir, bunu da biraz sonra inceleyeceğiz.)
Tek bir Sitokrom-C proteinin kimyasal yapısı bile (solda), asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Öyle ki evrimci biyolog Prof. Ali Demirsoy, tek bir Sitokrom-C diziliminin rastlantılarla oluşmasının bir maymunun daktiloya rastgele basarak insanlık tarihini hatasız yazması kadar olasılık dışı” olduğunu kabul eder. |
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde
tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık
hesaplarıyla dahi rahatlıkla görülebilir.Örneğin, bileşiminde 288 amino
asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama
büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino asitler 10300 farklı
biçimde dizilebilir. (Bu, 1 rakamının sağına 300 tane sıfır gelmesiyle
oluşan astronomik bir sayıdır.) Ancak bu dizilimlerden yalnızca bir
tanesi söz konusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir
işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek
anlamsız amino asit zincirleridir.
Dolayısıyla yukarıda örnek verdiğimiz protein
moleküllerinden yalnızca bir tanesinin tesadüfen meydana gelme ihtimali
“10300′de 1″ ihtimaldir. Bu ihtimalin pratikte gerçekleşmesi ise
imkansızdır. (Matematikte 1050′de 1′den küçük ihtimaller “sıfır ihtimal”
kabul edilirler.)
Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan binlerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise, “imkansız” kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, tek başına bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan “Mycoplasma Hominis H 39″un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.
Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan binlerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise, “imkansız” kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, tek başına bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan “Mycoplasma Hominis H 39″un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.
Şu anda bu satırları okuyan ve şimdiye kadar evrim
teorisini bilimsel bir açıklama sanmış olan bazı okuyucular, belki
buradaki rakamların abartıldığından, gerçekleri yansıtmadığından endişe
edebilirler. Hayır; bunlar kesin ve somut gerçeklerdir. Hiçbir evrimci
de bu rakamlar karşısında bir itirazda bulunamaz. Tek bir proteinin
tesadüfen oluşma ihtimalinin “bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele
basarak hiç hata yapmadan insanlık tarihini yazması” kadar imkansız
olduğunu onlar da kabul etmektedirler. Ama diğer açıklamayı, yani
yaratılışı kabul etmektense, bu imkansızı savunmaktadırlar.
Pek çok evrimci bu gerçeği itiraf eder. Örneğin Harold
Blum adlı evrimci bilim adamı, “bilinen en küçük proteinlerin bile
rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir”
demektedir. (W. R. Bird, The Origin of Species Revisited. Nashville:
Thomas Nelson Co., 1991, s. 304) Evrimciler, moleküler evrimin çok
uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkansız olanı mümkün hale
getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse
verilsin, amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları
imkansızdır. Amerikalı jeolog William Stokes Essentials of Earth History
adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken “eğer milyarlarca yıl boyunca,
milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir
konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı” diye
yazar.( W. R. Bird, The Origin of Species Revisited. Nashville: Thomas
Nelson Co., 1991, s. 305.) Peki tüm bunlar ne anlama gelmektedir?
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu
proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde
biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise,
milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için
bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin
yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler,
elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde, gerek yapı gerekse işlev
bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yer alırlar.
Herbiri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül
olarak görev yaparlar.
New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı
Robert Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin
rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan
hücresinde ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.) Elde edilen
rakam, 1040.000′de 1 ihtimaldir. (Bu sayı, 1 rakamının yanına 40 bin
tane sıfır gelmesiyle oluşan akıl almaz bir sayıdır.) Cardiff
Üniversitesi’nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra
Wickramasinghe bu rakam karşısında şu yorumu yapar: Bu rakam (1040.000)
Darwin’i ve tüm evrim teorisini gömmeye yeterlidir. Bu gezegenin ya da
bir başkasının üzerinde hiçbir zaman (hayatın doğabileceği) bir ilkel
çorba olmamıştır ve yaşamın başlangıcı rastlantısal olarak
gerçekleşemeyeceğine göre, amaçlı bir aklın ürünü olmalıdır. Fred Hoyle,
Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon &
Schuster, 1984, s. 148.
Sir Fred Hoyle ise, tüm bu rakamlar karşısında şu yorumu
yapar: Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana
getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın
olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin)
nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir. Fred Hoyle, Chandra
Wickramasinghe, Evolution from Space, s. 130.
Hoyle’un “psikolojik” dediği neden, evrimcilerin hayatın
yaratılmış olduğunu kabullenmemek için kendilerine yaptıkları
şartlandırmadır. Bu kişiler, Allah’ın varlığını kabul etmemeyi
kendilerine temel amaç olarak belirlemişlerdir. Sırf bu amaç yüzünden,
imkansız olduğunu kendilerinin de gördüğü akıl almaz senaryoları
savunmaya devam ederler.
Sol-Elli Proteinler
Protein oluşumuyla ilgili evrimci senaryonun neden imkansız olduğunu biraz daha detaylı olarak inceleyelim.
Canlılarda bulunan bir protein molekülünün meydana
gelmesi için yalnızca uygun amino asitlerin uygun sırada dizilmeleri
yeterli değildir. Bunun yanısıra, proteinlerin yapısında bulunan 20
çeşit amino asitten herbirinin de yalnızca “sol-elli” olması gereklidir.
Kimyasal olarak aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak
üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu
yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır; aynen insanın,
sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi.
Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle
rahatlıkla bağlanabilir. Ancak yapılan incelemelerde şaşırtıcı bir
gerçek ortaya çıkmıştır: En basit organizmadan en mükemmeline kadar
bütün canlılardaki proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden
oluşmaktadır. Proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli amino asit
bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Hatta bazı deneylerde
bakterilere sağ-elli amino asitlerden verilmiş, ancak bakteriler bu
amino asitleri derhal parçalamışlar, bazı durumlarda ise bu parçalardan
yeniden kendi kullanabilecekleri sol-elli amino asitleri inşa
etmişlerdir.
Bir an için evrimcilerin dediği gibi canlılığın
tesadüflerle oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle
oluşmuş olması gereken amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak
üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların
bünyelerinde sağ ve sol elli amino asitlerden karışık miktarlarda
bulunması gerekirdi. Çünkü, kimyasal olarak her iki gruptan amino
asitlerin de, birbirleriyle rahatlıkla birleşmesi mümkündür. Oysa bütün
canlı organizmalardaki proteinler yalnızca sol-elli amino asitlerden
oluşmaktadır.
Doğada aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının, aynı insanın sağ ve sol ellerindeki farklılık gibi, birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır. |
Proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca
sol-ellilerini ayıkladıkları ve nasıl aralarına hiçbir sağ-elli amino
asitin karışmadığı evrimcilerin hiçbir açıklama getiremedikleri
konulardan birisi olarak kalmıştır. Evrimciler, böyle özel ve bilinçli
bir seçiciliği hiçbir şekilde açıklayamamaktadırlar.
Dahası, açıkça görüldüğü gibi proteinlerin bu özelliği,
evrimcilerin “tesadüf” açmazını daha da içinden çıkılmaz hale getirir:
“Anlamlı” bir proteinin meydana gelmesi için, az önce de anlattığımız
gibi yalnızca bunu oluşturan amino asitlerin belli bir sayıda, kusursuz
bir dizilimde ve özel bir üç boyutlu tasarıma uygun olarak birleşmeleri
artık yeterli olmayacaktır. Bütün bunların yanında, bu amino asitlerin
hepsinin sol-elli olanlar arasından seçilmiş olması ve içlerinde bir
tane bile sağ-elli amino asit bulunmaması da zorunludur. Çünkü amino
asit dizisine eklenen hatalı bir sağ-elli amino asitin yanlış olduğunu
tespit ederek onu zincirden çıkaracak herhangi bir doğal ayıklama
mekanizması da mevcut değildir. Bu yüzden tek bir sağ-elli amino asitin
bile sol-elli amino asitlerin arasına karışmaması gerekir. Bu da,
rastlantı kavramını bir kez daha devre dışı bırakan bir durumdur.
Bu durum evrimin gözü kapalı bir savunucusu olan
Britannica Bilim Ansiklopedisi’nde şöyle ifade edilir:… Yeryüzündeki tüm
canlı organizmalardaki amino asitlerin tümü, proteinler gibi karmaşık
polimerlerin yapı blokları, aynı asimetri tipindedir. Adeta tamamen
sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir
paranın hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin
nasıl sol-el ya da sağ-el olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim
anlaşılmaz bir biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına
bağlıdır.(W. R. Bird, The Origin of Species Revisited., Nashville:
Thomas Nelson Co., 1991, ss. 298-99.)
Bir para milyonlarca kez havaya atıldığında hep tura geliyorsa, bunu
tesadüfle açıklamak mı, yoksa, birinin bilinçli bir şekilde havaya
atılan paraya müdahale ettiğini kabul etmek mi daha mantıklıdır? Cevap
ortadadır. Ancak evrimciler, bu açık gerçeğe rağmen, sırf “bilinçli bir
müdahale”nin varlığını kabul etmek istemedikleri için, tesadüfe
sığınmaktadırlar.
Amino asitlerdeki sol-ellilik olayına benzer bir durum,
nükleotidler yani DNA ve RNA’nın yapıtaşları için de geçerlidir. Bunlar
da, canlı organizmalarda bulunan bütün amino asitlerin tersine, yalnızca
sağ-elli olanlarından seçilmişlerdir. Bu da tesadüfle açıklanamayacak
bir durumdur.
Sonuç olarak yaşamın kaynağının tesadüflerle açıklanmasının mümkün olmadığı, baştan beri incelediğimiz olasılıklarla kesin olarak ispatlanmaktadır: 400 amino asitten oluşan ortalama büyüklükteki bir proteinin, sadece sol-elli amino asitlerden seçilme ihtimalini hesaplamaya kalksak 2400′de, yani 10120′de 1′lik bir ihtimal elde ederiz. Bu astronomik rakam hakkında bir fikir vermek için, evrendeki elektronların toplam sayısının bu sayıdan çok daha küçük olduğunu, yaklaşık 1079 olarak hesaplandığını da belirtelim. Bu amino asitlerin gereken dizilimi ve işlevsel biçimi oluşturma ihtimalleri ise, çok daha büyük rakamları doğurur. Bu ihtimalleri de ekler ve olayı birden fazla sayıda ve çeşitte proteinin oluşmasına uzatmaya kalkarsak, hesaplar tamamen içinden çıkılamaz hale gelir.
Sonuç olarak yaşamın kaynağının tesadüflerle açıklanmasının mümkün olmadığı, baştan beri incelediğimiz olasılıklarla kesin olarak ispatlanmaktadır: 400 amino asitten oluşan ortalama büyüklükteki bir proteinin, sadece sol-elli amino asitlerden seçilme ihtimalini hesaplamaya kalksak 2400′de, yani 10120′de 1′lik bir ihtimal elde ederiz. Bu astronomik rakam hakkında bir fikir vermek için, evrendeki elektronların toplam sayısının bu sayıdan çok daha küçük olduğunu, yaklaşık 1079 olarak hesaplandığını da belirtelim. Bu amino asitlerin gereken dizilimi ve işlevsel biçimi oluşturma ihtimalleri ise, çok daha büyük rakamları doğurur. Bu ihtimalleri de ekler ve olayı birden fazla sayıda ve çeşitte proteinin oluşmasına uzatmaya kalkarsak, hesaplar tamamen içinden çıkılamaz hale gelir.
Uygun Bağlantı Şart
Proteinleri meydana getiren amino asitlerin, doğadaki birçok bağlantı şeklinden tek bir tanesini kullanarak birbirleriyle bağlanmaları gerekir. Bu bağa, peptid bağ adı verilir. Aksi takdirde, amino asit zincirleri işe yaramaz, proteinler oluşamaz. |
Tüm bu saydıklarımıza rağmen, evrimin çıkmazları bitmiş
değildir. Bir proteinin meydana gelebilmesi için gerekli olan amino asit
çeşitlerinin, uygun sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda
dizilmeleri de yetmez. Bunun için aynı zamanda, birden fazla kola sahip
amino asit moleküllerinin yalnızca belirli kollarıyla birbirlerine
bağlanmaları gerekmektedir. Bu şekilde yapılan bir bağa, “peptid bağı”
adı verilir. Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler;
ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca “peptid” bağlarıyla bağlanmış
amino asitlerden meydana gelirler.
Bunu bir benzetmeyle gözünüzde canlandırabilirsiniz:
Örneğin bir arabanın bütün parçalarının eksiksiz ve yerli yerinde
olduğunu düşünün. Fakat tekerleklerden birisi, oturması gereken yere,
vidalarla değil de, bir tel parçasıyla ve dairesel yüzü yere bakacak bir
biçimde tutturulsun. Böyle bir arabanın motoru ne kadar güçlü olursa
olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun bir metre bile gitmesi
imkansızdır. Görünüşte herşey yerli yerindedir, ancak tekerleklerden
birisinin, yerine olması gerekenden farklı bir biçimde bağlanması, bütün
arabayı kullanılmaz hale getirir. İşte aynı şekilde, bir protein
molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka
bir bağla bağlanmış olması bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.
Yapılan araştırmalar amino asitlerin kendi aralarındaki
rastgele birleşmelerinin en fazla % 50′sinin peptid bağı ile olduğunu,
geri kalanının ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla
bağlandıklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bir proteinin tesadüfen
oluşabilmesi ihtimalini hesaplarken, (sol-ellilik zorunluluğunun
yanısıra) her amino asitin kendinden önceki ve sonraki ile yalnızca ve
yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması zorunluluğunu da hesaba katmak
gerekmektedir.
Bu ihtimal de, proteindeki her amino asitin sol-elli olması ihtimali ile hemen hemen aynıdır. Yani, yine 400 amino asitlik bir proteini ele alacak olursak, bütün amino asitlerin kendi aralarında yalnızca peptid bağıyla birleşmeleri ihtimali 2399′da 1 ihtimaldir.
Bu ihtimal de, proteindeki her amino asitin sol-elli olması ihtimali ile hemen hemen aynıdır. Yani, yine 400 amino asitlik bir proteini ele alacak olursak, bütün amino asitlerin kendi aralarında yalnızca peptid bağıyla birleşmeleri ihtimali 2399′da 1 ihtimaldir.
Sıfır İhtimal
Alttaki tabloda görüldüğü gibi 500 amino asitlik bir
protein molekülünün meydana gelme ihtimali, 1′in yanına 950 sıfırın
gelmesiyle oluşan ve aklın kavrama sınırlarının çok ötesindeki
astronomik bir sayıda, “1″ ihtimaldir. Bu yalnızca kağıt üstündeki bir
ihtimaldir. Pratikte ise, böyle bir ihtimalin gerçekleşme şansı “0″dır.
Matematikte, “1050′de 1″ veya daha küçük bir ihtimal, istatistiksel
olarak gerçekleşme ihtimali “0″ olan bir ihtimal olarak tanımlanır.
500 amino asitlik bir protein molekülünün tesadüfen
oluşma imkansızlığı bu boyutlara varırken, isterseniz zihninizi
imkansızlığın daha ileri boyutlarıyla biraz daha zorlayalım: Hayati bir
protein olan “hemoglobin” molekülünde yukarıdaki örnek proteinden daha
fazla, 574 tane amino asit bulunur. Şimdi bir de şunu düşünün:
Vücudunuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücresinden yalnızca bir
tanesinde, tam “280.000.000″ (280 milyon) hemoglobin bulunur.
10950 = 100.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000000. 500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanısıra, içerdiği amino asitlerin hepsinin yalnızca sol-elli olması ve bu amino asitlerin her birinin de yalnızca peptid bağı kurması ihtimali 10950′de “1″ ihtimaldir. 1′in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan bu sayıyı yukarıdaki gibi de yazabiliriz. |
Oysa bırakın bir kırmızı kan hücresini, onun tek bir
proteininin dahi deneme-yanılma yöntemiyle meydana gelebilmesi için
dünyanın ömrü yetmemektedir. Tek bir protein molekülü oluşturabilmek
için amino asitlerin, dünya kurulduğundan beri art arda, hiç vakit
kaybetmeden deneme-yanılma yoluyla birleşip ayrıldıklarını farzetsek
bile, yine de 10950′de bir ihtimali yakalamaları için gereken süre
dünyanın bugüne kadarki ömründen fazladır.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, evrimin daha tek bir
proteinin oluşumunu açıklama aşamasında korkunç bir imkansızlığa
gömüldüğüdür.
Doğada Deneme-Yanılma Mekanizması Var mı?
Son olarak, buraya kadar bazı örneklerini sıraladığımız
ihtimal hesaplarının temel mantığıyla ilgili çok önemli bir noktayı
belirtmek gerekir: Yukarıda hesapladığımız ihtimaller, proteinlerin
rastlantısal olarak oluşumunun imkansız olduğunu göstermektedir. Ancak
olayın çok daha önemli ve evrimciler açısından içinden çıkılmaz bir yönü
vardır: Gerçekte doğada bu ihtimallerin deneme süreci bile başlayamaz.
Çünkü doğada deneme-yanılma yoluyla protein üretmeye çalışan bir
mekanizma yoktur.
500 amino asitlik bir proteinin oluşma ihtimalini
göstermek için tabloda verdiğimiz hesaplar, sadece ideal (gerçek hayatta
rastlanamayacak) bir deneme-yanılma ortamı için geçerlidir. Yani
görünmez bir gücün, rastgele 500 amino asiti birleştirip sonra bunun
yanlış olduğunu görüp, hepsini tek tek ayırıp sonra ikinci kere değişik
bir sırada dizdiğini farzettiğimiz hayali bir mekanizma olduğu takdirde
yararlı proteinin elde edilmesi ihtimali 10950 de “1″dir. Her denemede
amino asitlerin tek tek ayrılıp yeni bir sırada dizilmesi gerekmektedir.
Ayrıca her denemede, 500. amino asit de eklendikten sonra sentezin
durdurulması ve tek bir amino asitin bile fazladan araya karışmasının
engellenmesi, proteinin oluşup oluşmadığına bakılması, oluşmadığında
hepsinin çözülüp yeni bir dizilimin denenmesi gerekmektedir. Ayrıca her
denemede, araya başka hiçbir yabancı kimyasal maddenin de kesinlikle
karışmaması gerekmektedir. Deneme esnasında oluşan zincirin 500 halkaya
ulaşmadan parçalanmaması da şarttır. Yani baştan beri bahsettiğimiz
ihtimaller, başını, sonunu ve her aşamasını bilinçli bir mekanizmanın
yönettiği, yalnızca “amino asitlerin seçilimi”nin şansa bırakıldığı
kontrollü bir mekanizmayla gerçekleşmektedir. Böyle bir mekanizmanın
doğal şartlarda var olması ise mümkün değildir. Dolayısıyla doğal
ortamda bir proteinin oluşması, “ihtimal” olarak bir yana, teknik olarak
imkansızdır. Aslında bu konuda ihtimallerden bahsetmek bile son derece
bilim dışı bir üsluptur.
Bazı bilgisiz evrimciler bu konuyu bir türlü
anlayamazlar. Protein oluşumunu basit bir kimyasal reaksiyon sandıkları
için “amino asitler reaksiyon sonucu birleşip protein yapar” gibi komik
mantıklar kurarlar. Oysa cansız doğada rastgele gerçekleşen kimyasal
reaksiyonlar, ancak basit ve ilkel bileşikler meydana getirebilirler.
Bunların sayısı ve çeşidi de belli ve sınırlıdır. Biraz daha kompleks
bir kimyasal madde için dev fabrikalar, kimyasal tesisler,
laboratuvarlar devreye girer. İlaçlar, günlük hayatta kullandığımız pek
çok kimyasal madde hep bu cinstendir. Proteinler ise endüstride üretilen
bu kimyasal maddelerden çok daha kompleks yapılara sahiptirler.
Dolayısıyla, her parçasının yerli yerine ve planlı bir biçimde oturması
gereken mekanik bir tasarım ve mühendislik harikası proteinlerin
rastgele kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşabilmeleri kesinlikle
mümkün değildir.
Yukarıda anlattığımız tüm imkansızlıkları bir an için
bir kenara bırakıp, yine de yararlı bir protein molekülünün “tesadüfen”
kendi kendine oluştuğunu varsayalım. Ancak bu noktada da evrim bir kez
daha çıkmaza girer. Çünkü bu proteinin varlığını sürdürebilmesi için, o
anda içinde bulunduğu doğal ortamdan yalıtılıp, çok özel şartlarda
korunması gereklidir. Aksi takdirde, bu protein dünya yüzeyindeki
şartların etkisiyle anında parçalanacak veya başka asitler, amino
asitler ya da diğer kimyasal maddelerle birleşerek özelliğini
kaybedecek, yararsız, bambaşka bir madde haline dönüşecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder