EVRİMCİ İDDİALAR GEÇERSİZDİR!
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca,
bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair
çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle
tavır alınması gerekiyordu… Ama şu anda, Tanrı’ya inanmayı gerektiren
açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman
bulamıyorum… Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama
getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna
varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe, Interview in London Daily Express, 14 Ağustos 1981
Önceki bölümlerde, evrim teorisinin geçersizliğini fosil biliminin ve
moleküler biyolojinin ortaya koyduğu delillerle inceledik. Bu bölümde
ise, evrimcilerin teorilerine delil olarak göstermeye çalıştıkları bazı
biyolojik olay ya da kavramları ele alacağız. Bu konular, hem evrimi
destekleyen hiçbir bilimsel bulgu olmadığını göstermeleri, hem de
evrimcilerin ne denli büyük çarpıtma ve göz boyamalara başvurduklarını
gözler önüne sermeleri açısından önemlidirler.
Varyasyonlar Ve Türler Arasındaki Aşılmaz Sınırlar
Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve
“çeşitlenme” demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki
bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip
olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı
genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği
varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl
saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Türlerin Kökeni’nde Darwin iki kavramı birbirine karıştırmştı: Bir tür içindeki varyasyonlar ve yeni bir türün oluşumu. Darwin örneğin, köpek türünün içindeki çeşitliliği gözlemledi ve bu varyasyonların bir gün başka bir türe dönüşeceklerini düşündü. Bugün bile evrimciler bir tür içindeki varyasyonları evrim olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak tür içindeki varyasyonların evrim olmadığı bilimsel bir gerçektir. Örneğin, doğada kaç köpek türü olduğu hiç önemli değildir, çünkü bunların hepsi daima köpek olarak kalacaklardır. Bir türden diğer bir türe geçiş kesinlikle meydana gelmeyecektir. |
Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları teoriye
delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil
oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı
eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir
özellik kazandırmaz.
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra “gen havuzu” denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra “gen havuzu” denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
Darwin, teorisini ortaya
attığında bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı
olmadığını sanıyordu. 1844′te yazdığı bir yazısında, “çoğu yazar
doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu
düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum” demişti.
(Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s. 186)
Türlerin Kökeni adlı kitabında da çeşitli varyasyon örneklerini
teorisinin en büyük delili gibi göstermişti. Örneğin Darwin’e göre; daha
bol süt veren inek cinsleri yetiştirmek için farklı inek
varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri
başka bir canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin’in, bu “sınırsız
değişim” fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni adlı kitabında
yazdığı şu cümleydi:
Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum. . Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum. . Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
AYILAR BALİNALARA DÖNÜŞEBİLİR Mİ?!… |
Darwin’in bu denli iddialı örnekler vermesinin nedeni,
içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise,
canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda “genetik
değişmezlik” (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu
ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı
varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri
arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek
varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri
Darwin’in iddia ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle
mümkün değildi.
Darwin Retried adlı kitabıyla Darwinizm’in
geçersizliğini ortaya koyan Norman Macbeth bu konuda şöyle yazar: Sorun
canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip
göstermedikleridir… Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin
yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan
ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü
biliriz… Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard
Common Press, New York: 1971, s. 33
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli
uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, “bir canlıda
oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün
yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar” diyerek
ifade etmektedir. (Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason,
s. 36)Danimarkalı bilim adamı W. L, Johannsen ise bu konuda şöyle der:
Darwin’in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte
belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar
‘sürekli değişim’in (evrimin) nedenini oluşturmazlar. Loren Eiseley,
The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227.
Darwin’in Galapagos adalarında gördüğü farklı ispinozlar da aynı şekilde evrime delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. Son yıllarda yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin’in teorisinin öngördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin’in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan “ispinoz gagaları” örneğinin, gerçekte bir “varyasyon” örneği olduğunu, yani evrim teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. Galapagos Adaları’na “Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak” için giden ve adalardaki ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant’in ünlü çalışmaları, adada bir “evrim” yaşanmadığını belgelemekten başka bir sonuç vermemiştir. .(Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000, s. 159-175 )
Darwin’in Galapagos adalarında gördüğü farklı ispinozlar da aynı şekilde evrime delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. Son yıllarda yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin’in teorisinin öngördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin’in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan “ispinoz gagaları” örneğinin, gerçekte bir “varyasyon” örneği olduğunu, yani evrim teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. Galapagos Adaları’na “Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak” için giden ve adalardaki ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant’in ünlü çalışmaları, adada bir “evrim” yaşanmadığını belgelemekten başka bir sonuç vermemiştir. .(Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000, s. 159-175 )
Antibiyotik Direnci Ve DDT Bağışıklığı Evrime Kanıt Değildir
Evrimciler tarafından teorilerine delil olarak
gösterilmek istenen biyolojik olguların biri, bakterilerin antibiyotik
direncidir. Evrim teorisini destekleyen pek çok kaynak, antibiyotik
direncini “faydalı mutasyonların canlıları geliştirmesine dair bir
örnek” olarak gösterir. Benzer bir iddia, DDT gibi böcek öldürücü
ilaçlara karşı bağışıklık geliştiren böcekler için de ileri sürülür.
Oysa bu konuda da evrimciler yanılmaktadırlar.
Oysa bu konuda da evrimciler yanılmaktadırlar.
Antibiyotikler, bazı mikro organizmalar tarafından diğer
mikro organizmalara karşı savaşmak üzere üretilen “öldürücü
moleküllerdir”. İlk antibiyotik, 1928 yılında Alexander Fleming
tarafından keşfedilen penisilindir. Fleming, küf mantarının (mold),
Staphylococcus bakterisini öldüren bir molekül ürettiğini fark etmiş ve
bu buluş tıp dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Mikro organizmalardan
alınan antibiyotikler çeşitli bakterilere karşı kullanılmış ve başarılı
sonuçlar alınmıştır. Ancak bir zaman sonra bir gerçek fark edilmiştir:
Bakteriler antibiyotiklere karşı zamanla bağışıklık kazanmaktadırlar.
Bunun mekanizması ise şöyle işlemektedir: Antibiyotiğe maruz kalan
bakterilerin büyük kısmı ölmekte, ama bazıları bu antibiyotikten
etkilenmemekte ve bunlar hızla çoğalarak tüm popülasyonu oluşturur hale
gelmektedirler. Böylece tüm popülasyon, antibiyotiğe dirençli hale
gelmektedir.
Evrimciler bu olguyu, “bakterilerin şartlara uyum
sağlayıp evrimleşmesi” olarak gösterme çabasındadırlar. Oysa olay bu
yüzeysel evrimci değerlendirmeden çok daha farklı gerçekleşmektedir. Bu
konuda en detaylı çalışmaları yapan isimlerden biri, 1997 yılında
yayınlanan Not By Chance adlı kitabıyla tanınan İsrailli biyofizikçi Dr.
Lee Spetner’dır. Spetner, bakteri bağışıklığının iki farklı mekanizma
ile sağlandığını, ama bunların ikisinin de evrim teorisine hiç bir kanıt
oluşturmadığını anlatır. Bu iki mekanizma:
1) Bakterilerde zaten var olan direnç genlerinin aktarılması ve
2) Mutasyon sonucunda genetik bilgi kaybına uğrayan bakterilerin antibiyotiğe dirençli hale gelmesidir.
Spetner, 2001 tarihli bir makalesinde ilk mekanizmayı şöyle açıklamaktadır:
Spetner, 2001 tarihli bir makalesinde ilk mekanizmayı şöyle açıklamaktadır:
Evrimcilerin, bakterilerin antibiyotik direncini evrime delil göstermeleri bir aldatmacadan ibarettir. |
Bazı mikro organizmalar, antibiyotiklere direnç sağlayan
genlere sahiptirler. Bu bağışıklık, antibiyotik molekülünün formunu
bozma veya onu hücreden dışarı atma sayesinde gerçekleşir. Bu genlere
sahip olan organizmalar bunu diğer bakterilere transfer ederek onlara da
bağışıklık kazandırabilirler. Bağışıklık mekanizması belirli bir
antibiyotiğe yönelik olsa da, pek çok patojenik bakteri… farklı gen
setleri edinmeyi ve çeşitli bakterilere karşı bağışıklık kazanmayı
başarmıştır. ( Dr. Lee Spetner, “Lee Spetner/Edward Max Dialogue:
Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2001,
http://www.trueorigin.org/spetner2.asp)
Prof. Spetner bunun bir “evrim delili” olmadığını ise şöyle açıklar:
Antibiyotik bağışıklığının bu şekilde elde edilmesi… evrim için delil oluşturması beklenen mutasyonlar için bir prototip (örnek) oluşturmaz. Teoriyi (evrimi) sergileyen mutasyonlar, bakterinin genomuna bilgi ekleyen genetik değişiklikler değildir; bu değişiklikler aynı zamanda tüm biokozma (biyolojik dünyaya) bilgi eklemelidir. Genlerin yatay transferi, sadece, zaten bazı türlerde var olan genetik bir bilgiyi dağıtmaktadır. Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Antibiyotik bağışıklığının bu şekilde elde edilmesi… evrim için delil oluşturması beklenen mutasyonlar için bir prototip (örnek) oluşturmaz. Teoriyi (evrimi) sergileyen mutasyonlar, bakterinin genomuna bilgi ekleyen genetik değişiklikler değildir; bu değişiklikler aynı zamanda tüm biokozma (biyolojik dünyaya) bilgi eklemelidir. Genlerin yatay transferi, sadece, zaten bazı türlerde var olan genetik bir bilgiyi dağıtmaktadır. Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Yani ortada bir evrim yoktur, çünkü yeni bir genetik
bilgi ortaya çıkmamakta, sadece zaten daha önceden var olan bir genetik
bilgi bakteriler arasında transfer edilmektedir.
Bağışıklığın ikinci türü, yani mutasyon sonucunda ortaya çıkan bağışıklık da bir evrim örneği değildir. Spetner konuyu şöyle açıklar:Bazen de bir mikro organizma, tek bir nükleotidin (DNA basamağının) rastlantısal olarak yer değiştirmesi sonucunda bir antibiyotiğe karşı bağışıklık edinir… İlk kez Waksman ve Albert Schatz tarafından 1944′de rapor edilen Streptomisin (Streptomycin), bakterilerin bu yolla bağışıklık kazanabildiği bir antibiyotiktir. Ama her ne kadar geçirdiği mutasyon, streptomisinin varlığı durumunda mikro organizmaya yararlı olsa da, yine de bu, Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyacı duyulan mutasyon türü için bir örnek oluşturmaz. Streptomisine bağışıklık sağlayan mutasyonun etkisi ribozomda ortaya çıkar ve bu mutasyon, antibiyotik molekülü ile ribozom arasındaki moleküler eşleşmeyi bozar. Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Bağışıklığın ikinci türü, yani mutasyon sonucunda ortaya çıkan bağışıklık da bir evrim örneği değildir. Spetner konuyu şöyle açıklar:Bazen de bir mikro organizma, tek bir nükleotidin (DNA basamağının) rastlantısal olarak yer değiştirmesi sonucunda bir antibiyotiğe karşı bağışıklık edinir… İlk kez Waksman ve Albert Schatz tarafından 1944′de rapor edilen Streptomisin (Streptomycin), bakterilerin bu yolla bağışıklık kazanabildiği bir antibiyotiktir. Ama her ne kadar geçirdiği mutasyon, streptomisinin varlığı durumunda mikro organizmaya yararlı olsa da, yine de bu, Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyacı duyulan mutasyon türü için bir örnek oluşturmaz. Streptomisine bağışıklık sağlayan mutasyonun etkisi ribozomda ortaya çıkar ve bu mutasyon, antibiyotik molekülü ile ribozom arasındaki moleküler eşleşmeyi bozar. Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Spetner, bu olayı Not By Chance isimli kitabında
kilit-anahtar ilişkisinin bozulmasına benzetmektedir. Streptomisin, bir
kilide birebir uyan bir anahtar gibi, bakterilerin ribozomuna yapışır ve
bu rizobomu etkisiz hale getirir. Mutasyon ise ribozomun şeklini
bozmakta ve bu durumda streptomisin ribozoma yapışamamaktadır. Bu,
“bakteri streptomisine karşı bağışıklık kazandı” gibi yorumlansa da,
aslında bakteri için bir kazanç değil kayıptır. Spetner üstteki
satırlarına şöyle devam eder:Ortaya çıkmaktadır ki, (ribozomun
yapısındaki) bu bozulma, bir spesifiklik (belirli bir işe göre
özelleşme) azalması, yani bir enformasyon (bilgi) kaybıdır. Asıl nokta
şudur ki, (evrim) bu gibi mutasyonlar ile sağlanamaz, bu mutasyonlar ne
kadar çok olursa olsun. Evrimin, spesifikliği azaltan mutasyonlarla inşa
edilmesi mümkün değildir. Dr. Lee Spetner,
http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Konunun özeti şudur: Bakterinin ribozomuna isabet eden
bir mutasyon, bu bakteriyi Streptomisin’e karşı dirençli hale
getirebilmektedir. Ama bunun nedeni, mutasyonun ribozomu “bozması”dır.
Yani bakteriye bir genetik bilgi eklenmemektedir. Aksine ribozomunun
yapısı bozulmaktadır, gerçekte bir anlamda bakteri “sakat” hale
gelmektedir. (Nitekim bu mutasyonu geçiren bakterilerin ribozomunun
normal bakterilere göre daha verimsiz olduğu belirlenmiştir.) Bu
“sakatlık”, ribozoma yapışacak şekilde bir tasarıma sahip olan
antibiyotiği engellediği için, ortaya “antibiyotik bağışıklığı”
çıkmaktadır.
Sonuçta ortada “genetik bilgiyi geliştiren” bir mutasyon
örneği yoktur. Antibiyotik direncini evrime kanıt gibi göstermek
isteyen evrimciler, konuyu çok yüzeysel bir biçimde değerlendirmekte ve
yanılmaktadırlar.
DDT ve benzeri ilaçlara karşı böceklerde gelişen
bağışıklık için de aynı durum söz konusudur. Bu bağışıklık örneklerinin
çoğunda, zaten daha önceden var olan bağışıklık genleri
kullanılmaktadır. Evrimci biyolog Francisco Ayala; “böcek zehirlerinin
en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı
maddeler böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik
varyasyonlarında açıkça vardı” diyerek bu gerçeği kabul eder.(F. J.
Ayala, “The Mechanisms of Evolution”, Scientific American, cilt 239,
Eylül 1978, s. 64) Mutasyonla açıklanan diğer bazı örnekler ise, aynen
yukarıda anlatılan ribozom mutasyonunda olduğu gibi, böceklerde “genetik
bilgi kaybı”na yol açan olgulardır.
Bu durumda bakteri ve böceklerdeki bağışıklık
mekanizmalarının evrim teorisine delil oluşturduğu ileri sürülemez.
Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyonlar yoluyla geliştikleri
iddiasına dayalıdır. Spetner, ne antibiyotik bağışıklığının ne de bir
başka biyolojik olgunun böyle bir mutasyon örneği göstermediğini şöyle
açıklar:Makroevrimin ihtiyaç duyduğu mutasyonlar hiç bir zaman
gözlemlenmemiştir. Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyaç duyulan
rastlantısal mutasyonları temsil edebilecek, moleküler düzeyde
incelenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgi eklediği görülmemiştir.
Araştırdığım soru “gözlemlenmiş mutasyonlar, teorinin destek bulmak için
ihtiyaç duyduğu mutasyonlar mıdır” sorusudur. Cevap “HAYIR”
çıkmaktadır. . Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
Körelmiş Organlar Yanılgısı
Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama
geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan
iddialardan biri, “körelmiş organlar” kavramıdır. Ancak bir kısım yerli
evrimci, “körelmiş organlar”ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve
öyle göstermeye çalışmaktadırlar.
Körelmiş organlar iddiası bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.
Körelmiş organlar iddiası bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu.
Bu kesinlikle bilimsel bir iddia değildi, çünkü bilgi
eksikliğine dayanıyordu. “İşlevsiz organlar”, aslında “işlevi tespit
edilememiş” organlardı. Bunun en iyi göstergesi de, evrimciler
tarafından sayılan uzun “körelmiş organlar” listesinin giderek küçülmesi
oldu. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding, Evolutionary Theory
(Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı “Körelmiş Organlar Evrime Delil
Oluşturur mu?” başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
Evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, “körelmiş organlar” kavramıdır. Darwin tarafından “körelmiş organ” olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı. |
(Biyoloji hakkındaki)
bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü… Bir
organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten
körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre,
“körelmiş organlar”ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt
oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.
Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında
ortaya atılan “körelmiş insan organları” listesi, apandisit, kuyruk
sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. Ancak bilim
ilerledikçe, Wiedersheim’ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok
önemli işlevlere sahip olduğu ortaya çıktı. Örneğin “körelmiş organ”
sayılan apandisitin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele
eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, 1997
tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir: “Vücuttaki timus,
karaciğer, dalak, apandisit, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik
sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine
yardım ederler.” The Merck Manual of Medical Information, Home edition,
New Jersey: Merck & Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway,
1997
Aynı “körelmiş organlar” listesinde yer alan
bademciklerin ise boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar,
enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin
sonunu oluşturan kuyruk sokumunun, leğen kemiği çevresindeki kemiklere
de destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu
anlaşıldı. İlerleyen yıllarda yine “körelmiş organlar” olarak sayılan
timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini
aktif hale getirdiği; pineal bezin önemli hormonların üretilmesinden
sorumlu olduğu; tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir
büyümenin gerçekleşmesini sağladığı; pitüiter bezin de birçok hormon
bezinin doğru çalışmasını kontrol ettiği ortaya çıktı. Darwin tarafından
“körelmiş organ” olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki
çıkıntının ise gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı
anlaşıldı.
Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok
önemli bir de mantık hatası vardı. Bildiğimiz gibi evrimciler
tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların
geçmişteki atalarından miras kaldığıydı. Oysa “körelmiş organ” olduğu
söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda
yoktur! Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı
maymunlarda apandisit bulumaz. Körelmiş organlar tezine karşı çıkan
biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:İnsanların
apandisiti vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda
apandisit bulunmaz. Süpriz bir biçimde apandisit, daha alt yapılı
memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi
bunu nasıl açıklayabilir? H. Enoch, Creation and Evolution, New York:
1966, s. 18-19
Kısacası evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş
organlar senaryosu kendi içinde hem mantık hataları içermektedir, hem de
bilimsel olarak yanlıştır. İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış
olan hiçbir körelmiş organ yoktur. Çünkü insanlar diğer canlılardan
rastlantılarla türememiş, bugünkü formlarıyla eksiksiz ve mükemmel bir
biçimde yaratılmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder