KUŞLARIN VE MEMELİLERİN EVRİMİ SENARYODUR
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak
bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine
getirebilmeleridir. Başka bir deyişle, eksik gözle görülmez, yarım
kanatla uçulmaz. Bu organların nasıl oluştuğu doğanın henüz iyi
aydınlanmamış sırlarından birisi olarak kalmıştır. Engin Korur
Evrim teorisine göre hayat suda evrimleştikten sonra amfibiyenlerle
karaya taşınmıştır. Amfibiyenlerin bir kısmı da yine teoriye göre
sürüngenlere dönüşüp tam bir kara hayvanı haline gelmiştir. Böyle bir
dönüşümün fizyolojik ve anatomik yönden imkansız olduğunu, örneğin su
içinde gelişen amfibiyen yumurtasının, kuru ortamda gelişen sürüngen
yumurtasına evrimleşmesinin mümkün olmadığını gösteren çok sayıda delil
vardır.
Fosillere baktığımızda ise, zaten böyle bir dönüşümün
yaşanmadığını görürüz: Sürüngenler, amfibiyenler ile aralarında hiçbir
ilişki olmadan, hiçbir “ataları” bulunmadan yeryüzüne çıkmış
canlılardır. Omurgalı paleontolojisi konusunda otorite sayılan evrimci
Robert Carroll “en erken sürüngenlerin, tüm amfibiyenlerden çok farklı
olduklarını ve atalarının hala belirlenemediğini” kabul etmek zorunda
kalır. Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, New
York: W. H. Freeman and Co., 1988, s. 198.
KUŞLARA ÖZEL AKCİĞERLER
|
Ancak evrim masalının imkansız senaryoları bununla da
bitmez. Bir de karaya çıkmış olan bu canlıları “uçurmak” gerekmektedir!
Evrimciler, kuşların bir şekilde evrimleşmiş olmaları gerektiğine
inandıkları için, bu canlıların sürüngenlerden geldiklerini iddia
ederler. Oysa, kara canlılarından tamamen farklı bir yapıya sahip olan
kuşların hiçbir vücut mekanizması kademeli evrim modeli ile
açıklanabilir durumda değildir. Herşeyden önce kuşu kuş yapan en önemli
özellik, yani kanatlar, evrim için çok büyük bir çıkmazdır.
4Kanatların kusursuz
yapısının nasıl olup da birbirini izleyen tesadüfi mutasyonlar sonucunda
meydana geldiği sorusu tümüyle cevapsızdır. Bir sürüngenin ön
ayaklarının, genlerinde meydana gelen bir bozulma (mutasyon) sonucunda
nasıl kusursuz bir kanada dönüşeceği asla açıklanamamaktadır. Ayrıca,
bir kara canlısının kuşlara dönüşebilmesi için sadece kanatlarının
olması da yeterli değildir. Kara canlısı, kuşların uçmak için
kullandıkları diğer birçok yapısal mekanizmadan yoksundur. Örneğin,
kuşların kemikleri kara canlılarına göre çok daha hafiftir.
Akciğerleri çok daha farklı bir yapı ve işleve sahiptir.
Değişik bir kas ve iskelet yapısına sahiptirler ve çok daha özelleşmiş
bir kalp-dolaşım sistemleri vardır. Bu mekanizmalar, yavaş yavaş,
“birikerek” oluşamazlar. Kara canlılarının kuşlara dönüştüğü teorisi bu
nedenle tamamen bir safsatadır. Bunların ardından bir soru daha akla
gelir: Tüm bu bilim dışı hikayeyi doğru saysak bile, bu hikayeyi
doğrulaması gereken çok sayıda “tek kanatlı”, “yarım kanatlı” fosil
neden “aksi gibi” bir türlü bulunamamaktadır?
HAYALİ ARA FORM ARCHAEOPTERYX
|
Evrimciler, “tek kanatlı”, “yarım kanatlı” fosillerin
neden bulunamadığı sorusu karşısında özellikle bir canlıdan söz ederler.
Bu, hala ısrarla savundukları az sayıdaki ara geçiş formu iddialarından
en bilineni olan Archæopteryx isimli fosil kuştur. Evrimcilere göre
günümüz kuşlarının atası olan Archæopteryx, 150 milyon yıl önce
yaşamıştı. Teoriye göre Velociraptor veya Dromeosaur ismi verilen küçük
yapılı dinozorların bir kısmı, evrim geçirerek kanatlanmışlar ve uçmaya
başlamışlardı. Archæopteryx, dinozor atalarından ayrılan ve yeni yeni
uçmaya başlayan ilk canlıydı. Bu hikaye, hemen her evrimci yayında
anlatılır. Oysa Archæopteryx’in fosilleri üzerinde yapılan son
incelemeler, bu canlının kesinlikle bir ara geçiş formu olmadığını,
sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip, soyu
tükenmiş bir kuş türü olduğunu göstermektedir.
Archæopteryx’in iyi uçamayan bir “yarı-kuş” olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci çevrelerde çok daha fazla sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının “sternum”unun yani göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Archæopteryx’in iyi uçamayan bir “yarı-kuş” olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci çevrelerde çok daha fazla sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının “sternum”unun yani göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili
evrimci çevreler arasında çok büyük şaşkınlık uyandırdı. Zira bu son
bulunan Archæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok
saydıkları göğüs kemiği vardı. Nature dergisinde bu yeni bulunan fosil
şöyle anlatılıyordu:
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.
Bu bulgu, Archæopteryx’in tam uçamayan bir yarı-kuş
olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı. Öte
yandan, Archæopteryx’in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en
önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu.
Archæopteryx’in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy
yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü
paleontolog Carl O. Dunbar’ın belirttiği gibi, “tüylerinden dolayı bu
yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu”. Archæopteryx’in tüylerinin
ortaya çıkarmış olduğu bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı
oluşuydu. Bilindiği gibi sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani
vücut ısılarını kendileri üretmeyen, çevrenin vücut ısılarını etkilediği
canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en önemli fonksiyonlarından bir
tanesi ise, vücut ısısını korumalarıdır. Archæopteryx’in tüylü olması,
bunun dinozorların aksine sıcakkanlı olduğunu, yani vücut ısısını
korumaya ihtiyacı olan gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.
Evrimcilerin Geçersiz İddiaları: Archæopteryx’in Dişleri ve Pençeleri
Evrimcilerin, Archæopteryx’i ara geçiş formu olarak
gösterirken dayandıkları en önemli iki nokta ise, bu hayvanın
kanatlarının üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir.
Archæopteryx’in kanatlarında pençeleri ve ağzında dişleri olduğu
doğrudur, ancak bu özellikleri canlının sürüngenlerle herhangi bir
şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür
kuşta, Taouraco ve Hoatzin’de de dallara tutunmaya yarayan pençeler
bulunmaktadır. Ve bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam
birer kuşturlar. Dolayısıyla Archæopteryx’in kanatlarında pençeleri
olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir.
Archæopteryx’in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu söyleyerek kasıtlı bir aldatmaca yapmaktadırlar. Oysa dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx’le sınırlı olmamasıdır.
Archæopteryx’in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu söyleyerek kasıtlı bir aldatmaca yapmaktadırlar. Oysa dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx’le sınırlı olmamasıdır.
Günümüzde dişli kuşların artık yaşamadıkları bir
gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx
ile aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın
tarihlere kadar “dişli kuşlar” olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş
grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz.
İşin en önemli yanı ise, Archæopteryx’in ve diğer dişli
kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları olan
dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. Martin, Stewart ve
Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptığı ölçümlere göre,
Archæopteryx’in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş
kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen theropod
dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de
dardır.3 Aynı
araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde ataları olan
dinozorların bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve arada hiçbir
benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.4 Archæopteryx’in
dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden en önde gelen otorite olan John
Ostrom’un, bu canlı ile dinozorlar arasında öne sürdüğü bazı
“benzerlik”lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu Tarsitano, Hecht
ve A. D. Walker gibi anatomistlerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.
Tüm bunlar, Archæopteryx’in bir ara geçiş formu olmadığını; sadece
“dişli kuşlar” olarak isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait
olduğunu gösterir.
Archæopteryx ve Diğer Eski Kuş Fosilleri
Evrimciler on yıllardır Archæopteryx’i kuşların evrimi
senaryosunun en büyük delili olarak gösterirken, son dönemlerde bulunan
bazı fosiller bu senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya
koydular. 1995 yılında Çin’de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü’nde
araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog,
Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler.
Archæopteryx ile aynı yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun
dişleri yoktu, gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri
göstermekteydi. İskelet yapısı da modern kuşlarla aynı olan bu kuşun
kanatlarında, Archæopteryx’te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk
tüylerine destek olan “pygostyle” isimli yapı bu kuşta da görülüyordu.
Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve
yarı-sürüngen kabul edilen Archæopteryx’le aynı yaşta olan bu canlı,
günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx’in bütün
kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri de çürütüyordu
doğal olarak.
Confuciusornis isimli kuş Archaeopteryx ile aynı yaştadır. |
Çin’de Kasım 1996′da bulunan
bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yıl yaşındaki
Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı Hou, Martin ve Alan Feduccia
tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu.
Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu
göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından
farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli
kuşların, hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel bir yapıya sahip
olmadıklarını gösteriyordu.Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde
yayınlanan yorumunda, Liaoningornis’in, kuşların kökeninin dinozorlar
olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.8 rchæopteryx’le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise Eoalulavis oldu.
Archæopteryx’ten 30 milyon yıl daha genç yani 120 milyon
yıl yaşında olduğu söylenen Eoalulavis’in kanat yapısının aynısı,
günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce,
günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta
olduklarını ispatlıyordu. Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik kuşların
birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu.
Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini
göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri
bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu
kuşların bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx’in
soyları tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmişti. Kısacası
Archæopteryx’in birtakım özgün özellikleri, bu canlının bir “ara form”
olduğunu göstermemektedir. Nitekim bugün evrim teorisinin ünlü
savunucularından Harvard paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles
Eldredge de, Archæopteryx’in farklı özellikleri bünyesinde barındıran
bir “mozayik” canlı olduğunu, ama asla bir ara form sayılamayacağını
kabul etmektedirler. S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3,
1977, s. 147.
Prof. Alan Feduccia |
Öte yandan “zamanlama
uyumsuzluğu” da, Archaeopteryx hakkındaki evrimci iddialara öldürücü bir
darbe indirmektedir. Amerikalı biyolog Jonathan Wells de Icons of
Evolution (Evrimin İkonaları) adlı kitabında, Archaeopteryx’in evrim
adına adeta bir “ikona” (kutsal sembol) haline getirildiğini, oysa
delillerin bu canlının “kuşların ilkel atası” olmadığını açıkca
gösterdiğini vurgular. Wells’e göre bunun göstergelerinden biri,
Archaeopteryx’in atası olarak gösterilen theropod (iki ayaklı)
dinozorların, aslında Archaeopteryx’ten daha genç olmalarıdır:
Yerde koşan koşan iki ayaklı dinozorlar, Archaeopteryx’in teorik atalarından beklenebilecek bazı özelliklere sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archaeopteryx’ten daha sonra ortaya çıkarlar. Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117
Yerde koşan koşan iki ayaklı dinozorlar, Archaeopteryx’in teorik atalarından beklenebilecek bazı özelliklere sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archaeopteryx’ten daha sonra ortaya çıkarlar. Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117
Hayali Kuş-Dinozor Bağlantısı
Archæopteryx’i ara form olarak göstermeye çalışan
evrimcilerin iddiası, başta da belirttiğimiz gibi kuşların dinozorlardan
evrimleştiğidir. Oysa dünyanın en önde gelen kuşbilimcilerinden biri
olan Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan Feduccia, bir evrimci
olmasına karşılık, kuşların dinozorlarla akraba olduğu teorisine
kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia, şöyle der: 25 sene boyunca
kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir
benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi
paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.( Pat
Shipman, “Birds Do It… Did Dinosaurs?”, s. 28) Kansas Üniversitesi’nde
eski kuşlar üzerinde uzman olan Larry Martin de kuşların dinozorlarla
aynı soydan geldiği teorisine karşı çıkmaktadır. Martin, evrimin bu
konuda içine düştüğü çelişkiden söz ederken, “doğrusunu söylemek
gerekirse, eğer dinozorlarla kuşların aynı kökenden geldiklerini
savunuyor olsaydım, bunun hakkında her kalkıp konuşmak zorunda oluşumda
utanıyor olacaktım” ( Pat Shipman, “Birds Do It… Did Dinosaurs?”, s. 28.
) demektedir. Kısacası, yegane temelini Archæopteryx’e dayandırmaya
çalışan “kuşların evrimi” senaryosu, sadece ve sadece evrimcilerin
önkabullerinin ve hayal güçlerinin bir ürünüdür.
SİNEKLERİN KÖKENİ NEDİR?
Evrimciler, dinozorların kuşlara dönüştüğünü
iddia ederken, sinek avlamak için önayaklarını birbirine çırpan bazı
dinozorların resimde görüldüğü gibi “kanatlanıp havalandıklarını” öne
sürerler. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sadece hayal gücünün bir
ürünü olan bu teori, aynı zamanda çok basit bir mantık çelişkisi de
içermektedir. Çünkü evrimcilerin burada uçuşun kökenini açıklamak için
gösterdiği örnek, yani sinek, zaten mükemmel bir uçma yeteneğine
sahiptir.
İnsan saniyede 10 kere bile kolunu açıp
kapayamazken, ortalama bir sinek, saniyede 500 kez kanat çırpma
yeteneğine sahiptir. Üstelik her iki kanadını eşzamanlı olarak çırpar.
Eğer kanatların titreşimi arasında en ufak bir uyumsuzluk olsa sinek
dengesini yitirecektir, ama hiçbir zaman böyle bir uyumsuzluk olmaz.
Evrimciler ise, sineğin bu mükemmel uçuş
yeteneğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaları gerekirken, sineği çok
daha hantal bir varlığın yani sürüngenin uçuşunun nedeni olarak gösteren
hayali senaryolar üretmektedirler.
Oysa sadece sinekteki üstün yaratılış bile evrimin iddiasını
geçersiz kılar. İngiliz biyolog Wootton Robin, “Sinek Kanatlarının
Mekanik Tasarımı” başlıklı bir makalede şöyle yazar:“Sinek kanatlarının işleyişini öğrendikçe, sahip oldukları tasarımın ne denli hassas ve kusursuz olduğunu daha iyi anlıyoruz… Son derece elastik özelliklere sahip parçalar, havanın en iyi biçimde kullanılabilmesi için, gerekli kuvvetler karşısında gerekli esnekliği gösterecek biçimde hassasiyetle biraraya getirilmişlerdir. Sinek kanatlarıyla boy ölçüşebilecek teknolojik bir yapı yok gibidir.”1 Öte yandan, sineklerin hayali evrimine delil oluşturabilecek tek bir fosil bile yoktur. Ünlü Fransız zoolog Grassé “böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz” derken bunu itiraf eder.2 1 J. Robin Wootton, “The Mechanical Design of Insect Wings”, Scientific American, Cilt 263, Kasım 1990, s. 120. 2 Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 30. |
Evrim teorisi, daha önce de belirttiğimiz gibi, denizden
evrimleşerek çıkan hayali birtakım canlıların sürüngenlere dönüştüğünü,
kuşların da sürüngenlerin evrimleşmesiyle oluştuğunu iddia eder. Aynı
senaryoya göre sürüngenler yalnızca kuşların değil, aynı zamanda
memelilerin de atasıdırlar. Oysa vücutları pullarla kaplı, soğukkanlı ve
yumurtlayarak çoğalan sürüngenler ile, vücutları tüylü, sıcakkanlı ve
doğurarak çoğalan memeliler arasında çok büyük yapısal uçurumlar vardır.
‘Bu uçurumların bir örneği, sürüngenlerin ve memelilerin
çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler
bu kemiğin üzerine oturur. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki
yanında üçer tane küçük kemik bulunur. Bir başka temel farklılık, tüm
memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç
kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta
tek bir kemik yer alır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen
kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia
ederler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu elbette cevapsızdır. Özellikle
tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve
işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir
sorudur. Nitekim sürüngenlerle memelileri birbirine bağlayabilecek tek
bir ara form fosili dahi bulunamamıştır. Bu yüzden evrimci paleontolog
Roger Lewin, “ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır” demek
zorunda kalır. Roger Lewin, “Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out”,
Science, cilt 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.
|
20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve
Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson
ise, evrimciler açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği şöyle ifade
eder:
Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı’nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir. George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42.
Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı’nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir. George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42.
Dahası, aniden ortaya çıkan memeliler birbirlerinden çok
farklıdırlar. Yarasa, at, fare ve balina gibi son derece farklı
canlıların hepsi memelidir ve aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.
Bu canlıların aralarında evrimsel bir bağ kurmak, en geniş hayal gücü
içinde bile imkansızdır. Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim)
adlı dergide şöyle yazar: Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık
ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar,
hayalkırıklığına uğrayacaktır. Eric Lombard, “Review of Evolutionary
Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer”, Evolution,
Cilt 33, Aralık 1979, s. 1230.
Tüm bunlar göstermektedir ki, canlılar yeryüzünde her
zaman için arkalarında hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz
bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Bu, yaratılmış olduklarının çok somut
bir ispatıdır. Evrimciler ise, canlı türlerinin yeryüzünde belirli bir
sıra ile ortaya çıkmış olmalarını, evrimleşmiş olduklarının göstergesi
gibi yorumlamaya çalışırlar. Oysa canlıların yeryüzündeki ortaya çıkış
sıralamaları, ortada hiçbir evrim olmadığına göre, “yaratılışın
sıralaması”dır. Fosiller, yeryüzünün, üstün ve kusursuz bir yaratılışla,
önce denizlerde sonra da karada yaşayan canlılarla doldurulduğunu ve
bütün bunların ardından da insanoğlunun var edildiğini göstermektedir.
İnsanoğlunun yeryüzünde hayata başlaması da -büyük bir kitle telkiniyle
kabul ettirilmeye çalışılan “maymun insan” masalının aksine- bir anda ve
eksiksiz bir biçimde olmuştur.
ATIN EVRİMİ SENARYOSU
Yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak
gösterilen fosil sıralamalarının en başında, atın sözde evrimine ait
olduğu öne sürülen hayali bir sıralama gelmekteydi. Oysa bugün pek çok
evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul eder.
Kasım 1980′de Chicago Doğa Tarihi Müzesi’nde 150 evrimcinin katıldığı,
dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı
bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi
senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın
kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını şöyle
anlatmıştır: Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki
büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir
dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin
geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine,
her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden
kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.
Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi senaryosundaki bu önemli
açmazı dile getirirken aslında tüm teorinin fosil kayıtlarındaki en
büyük çıkmazını, “ara-geçiş formları çıkmazı”nı gündeme getirmiştir.
Atın evrimi şemalarının sergilendiği “İngiltere Doğa Tarihi
Müzesi”nin yöneticilerinden ünlü evrimci paleontolog Colin Patterson da,
hala müzenin alt katında duran bu sergi hakkında şunları söyler:Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum. Colin Patterson, Harper’s, Şubat 1984, s. 60.
Peki “atın evrimi” senaryosunun dayanağı nedir? Bu
senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa’da değişik
zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin
hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle
oluşturulan düzmece şemalarla ortaya atılmıştır. Değişik
araştırmacıların öne sürdükleri 20′den fazla değişik atın evrimi şeması
vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında
evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek
ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen Devri’nde yaşamış “Eohippus”
(Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna
inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak
sunulan Eohippus, halen Afrika’da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve
benzerliği olmayan “Hyrax” isimli hayvanın aynısıdır. Atın evrimi
iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil
bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı
katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus Nevadensis ve Equus
Occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir. Bu, modern at
ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın
evrimi diye bir sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının en açık kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm’in açıklayamadığı konuları ele
alan The Great Evolution Mystery adlı kitabında at serileri hikayesinin
aslını şöyle anlatır:
|
Bir müzede bulunan bu at serisi diğerleri gibi
değişik devirlerde değişik coğrafyalarda yaşamış çeşitli hayvanların
taraflı bir bakış açısıyla, keyfi olarak birbiri ardına dizilmesiyle
oluşturulur. Atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı
yoktur.
|
Darwinizm’in belki de en ciddi zaafiyeti,
paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan
akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır…
At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek
gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus’tan Equus’a kadar uzanan
sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut
büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki
aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan)
Eohippus’tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan
gelen türlerin bir araya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan
bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten
bu sıralama çinde birbirlerine izlediklerini gösteren hiçbir kanıt
yoktur. Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, London:
Sphere Books, 1984, s. 230
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi
gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan
hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymuştur. Bu durum, evrim
teorisinin ne derece elle tutulur, ciddiye alınacak bir teori olduğunu
göstermesi ve savunucularının amaç ve yöntemlerini gözler önüne sermesi
açısından oldukça önemlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder